Bahri öğretmenin, öğretmenliğe başladığının ilk yıllarıydı. Anadolunun küçük bir köyünde ilkokul öğrencilerine hayatın ne olduğunu anlattığını zannediyordu.
Mesleğe ilk atılmış olmanın şevki ve heyecanı içerisinde minik yavruların herşeyi ile ilgilendiğini ve kendisinin başarılı olduğunu düşünüyordu.
Belki de tecrübesizliğinin verdiği cesaretle ben bilirim havasıyla, öğrencilerin her derdine ve durumuna hakim olduğunu düşünüyordu. Bu düşünceyle kibirlenip gururlanıyordu.
Bir sabah, arka sıralarda oturan kız öğrencilerinden Ayşe’nin gelmediğini farketti. Halbuki, o güne kadar pek devamsızlık yapmadığını gözlemlediği öğrencisi acaba niye okula gelmemişti. Zaman ilerledikçe öğretmenin içinde bir sızı oluştu ve giderek alevlenmeye başladı. Daha fazla dayanamayarak sınıftaki öğrencilere Ayşe’nin niye gelmediğini sordu. Aldığı bilmiyoruz cevabı merakını daha da arttırdı. Sınıfta; Ayşenin evini bilen var mı diye sordu. Köyde oturan bütün öğrenciler birbirlerinin evlerini biliyorlardı. Öğretmen birkaç öğrenciyi de yanına alarak okula gelmeyen Ayşe’nin evine gittiler. Ev demeye bin şahit isteyecek barakada kimsecikler yoktu. Viraneye dönmüş evin naylondan el yordamı ile tutuşturulmuş sözde kapısını araladıklarında gördükleri karşısında çok üzüldüler. Anadolunun mahrumiyet köyünde mahrum bir ev. Öğretmen, olayları yavaş yavaş anlamaya başlamıştı. Yanındaki öğrencilerden biri;
- Öğretmenim! Ben Ayşe’nin nerede olduğunu biliyorum, dedi.
Çocuklar önde öğretmen arkada yürüdüler. Geldikleri yer köyün alt girişinde bulunan mezarlıktı. Köy kadar perişsan, adı gibi garip, taşlar gibi soğuk. Ortasında bir sıcaklık vardı ki tunçtan yürekleri eritecek derecede. Öğrenci Ayşe bir mezarın taşına sarılmış hıçkırarak ağlıyor. O meleksi dudaklarından:
- Anam! Anam! Canım anam! Kurban olduğum anam. Ne olursun, yaşasaydın da saçlarımı yıkayıp beni temizleyeydin. O zaman öğretmenim bana Bitli Ayşe diye kızmadı. Anam! Anam...